Çağlar boyu sofralarımızda olan, kuruyemiş tabaklarının beğeni alan meyvesi fıstığın, Adem’le Havva’ya kadar ulaşan hikayesini bilmek sizinde hakkınızdır. Antep fıstığı ağacının soyunun, Orta Asya’ya dayandığı düşünülüyor. Orta Asyaya yayılan atalarımız fıstıkla karşılaşınca kendilerini şanslı hissetmiş olmalılardır. Bazı bilim adamları fıstığa dair buluntulardan yola çıkarak yaklaşık 700.000 yıl önceye kadar dayandığını söylüyorlar. Daha kesin kanıtlar da bulunmuş: M.Ö. 6750 yılına ait kalıntılarda fıstığın bizzat kendisine rastlanmış.
Fıstık, Kitab-ı Mukaddes’te de yer bulmuş; Hz. Yusuf’un hikâyesinin anlatıldığı bölümde, Kenan diyarından Mısır’a hediye olarak gönderilen en özel meyvelerden biri olarak fıstık ağaçlarının Babil’in asma bahçelerini süslediği de rivayet edilmiştir. Bir efsaneye göre Saba Melikesi Belkıs fıstığı o kadar çok severmiş ki sıradan halkın böyle güzel bir yiyeceği tüketmesini istememiş ve fıstığın saray dışındaki kimselerce tüketilmesiniyasaklamıştır.
Fıstığın en çok sevildiği coğrafya olan ülkemizde de fıstığa dair efsaneler bulunmaktadır. Nitekim, geçtiğimiz yıl Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan bir risale ile fıstığın soyuna dair bir efsane ortaya çıkmıştır. 1800’lerin sonunda Halep’te mutasarrıflık yapan Fıstıkçızade Şahap Efendi tarafından bölgedeki saraya gönderilen ve fıstık üretiminin yeniliğine yönelik risaledeki efsane şöyle:
“Piste yahut fıstık nam bu zahireyi adeta zebercedi (fıstık yeşili) altun saymak lazımdır, çünkü kaynağı cennettir. Efsaneye göre, Âdem Babamız ile Havva Validemiz yasak meyveyi tadıp cennetten sürüldükleri, alem-i arza düşüp türlü cefaya maruz kalmışlardır. Evvela yiyecek bulmaları lazım geldiğinde cennet mahsulünün hiçbirini bulamayıp zavallı olmuşlarsa da, zaman içre dünyanın nebatatına (bitki) aşinalık kazanıp, nefis köreltmişler. Adem Babamız umum vaktini etrafı keşfe verirken, Havva Anamız da hane yakınında ziraatle uğraşırmış.” “Gel zaman git zaman Havva Anamız ilk evladına hamile kalmış. Alametlerden, Allah’ın kendilerine bir evlat vereceğine hükmeden Adem ile Havva pek mesut olmuşlar. Lakin, gecelerden birinde Havva Anamız rüyasında cennet meyvelerinden lezzetli yemeklerden bir
sofra görüp, tadına bakamadan uyanmış. Adem Efendimize dönüp gözyaşı dökerek cennet taamına iştiyakını özlemini arz etmiş. Zevcesini nalan gören Adem Aleyh-i Selam hicrana gark olup Havva Anamıza söz vermiş, kendini yola atmış ki lezzetli bir rızık bulsun. Şaşkın, heveskar ve dahi gayretkeş imiş ondan eşi bundan evvel kendisinden hiçbir talepte bulunmamış tek bir taş bile istememiş. Saatlerce aramış, araştırmış ve dahi tahkik etmiş fakat ne mümkün, arzın zevahiri ile cennetinki denk olur mu? Akşam olurken mahcup eve dönecekken elini yaradan Mevla’ya açıp yardım dilemiş. Ol dakika gökteki bulutlar aralanıp bir ziya huzmesi karşısındaki ağaca düşmesin mi? Anda ağacın yanına varıp meyvesini koparmış, ağzına atmış. Evvela dışarıdaki mülayim kabuğun kekre lezzeti, ahiren de içindeki haceri zarfın sertliği pek fena gelince umutsuzluğa kapılmış. Lakin ağzından çıkaramadan pistenin hoş kokusu ile saklı lezzetini hatırlamış. Çünkü esasen cennette taam ettikleri fıstıklar kabuksuzmuş ve dahi cennetin zahiresini dünyada bulsan bile önce zahmet çekip ayıklamak, emek edip hazırlamak iktiza etmekteymiş.”
“Adem Aleyh-i Selam hasat ettiği pistelerin kabuklarını ayıklayıp Havva Anamıza verdikte, Havva Anamızın yüzüne nur gelmiş, adeta kendini yeniden cennette zannetmiş. Çünkü Adem Babamızın anın içinde olması bunu mümkün kılmış. O dakika eşinin hem kendine hem batınındaki yavruya verdiği büyük değeri idrak etmiş. Havva annemizin yüzünde o gün zuhur eden nur o günden beri her doğanın yüzüne aksetmekteymiş. Andan belli, cins-i latif hamile kaldıklarında aşerirler ki esasında Havva Anamızın cennet taamına ve dahi zevcinin hassas alakasına mazhar olmak isteğinin tekrarıdır.”